sorayayı taşlamak
1986 yılında iran'ın küçük bir köyünde kadının hiç bir hakkının olmadığı, küçük görüldüğü bir zamanda, sadece erkeklerin hak sahibi olduğu bir zamanda geçiyor film. kadına karşı şiddetin en berbat örneklerinden birisini anlatıyor bize. bu filmi islam karşıtı bir film olarak görmeyin.
bu film yobazlık,cahillik,vicdansızlık,insafsızlığın filmi. hemen islamiyeti kötülüyor diye yanlış şeyler gelmesin aklınıza. burada uydurulmuş bir şeriat kanunu var, uydurulmuş bir din, dini işlerine nasıl gelirse öyle anlamacılık var. dinimiz böyle bir din değil. bu dinimizi yalanlara, iftiralara oyuncak etmek. öncelikle o bir insan, bir kadın çöp değil. bir hiç uğruna haksız yere bir ölüm bu. herkes bilsin istiyorum, herkes izlesin, herkesin haberi olsun. o tıkalı kulaklar o kör gözler açılsın istiyorum. unutulmasın sorayya. bu vahşet oldu, gerçekten oldu. neden herkes bu vahşet olmamış gibi davranıyor. kadının üç kuruşluk bile değeri yok. halbuki siz erkekleri de doğurmak bize bahşedildi. doğurduğumuz o varlıklar tarafından vahşice öldürülmek, ne için.filmin konusuna gelecek olursak. sorayyanın eşi ali başka bir kıza aşık olmuştur. kız 14 yaşındadır ve babası idam edilecektir. ali bu kızla evlenmek ister. bu uğur'da eşi ve kızlarını terk etmiş ve onları maddi manevi çaresiz bırakmıştır. sorayya nın eşi ali ona şiddet uygular ve bir çok kötü şey yapar. bu haksızlıklar karşısında sorayya susmadığı için kızları ve kendi hakkını istediği için eşi ali ona iftira atar. köyün muhtarı, molla ve bir çok erkek yalancı şahitlik yapar ve sorayya taşlanarak öldürülür. ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ederler. zahra yeğeni sorayyanın ölümünü kaldıramaz ve arabası bozulduğu için o köyde beklemek zorunda kalan gazeteciye herşeyi anlatır. bunu bütün dünyanın bilmesi gerektiğini söyler. sorayyanın bu boşuna ölümünü bütün dünyanın bilmesini ister. film o kadar çok ağlattı ki beni, içim buruldu, sessiz fırtınalar koptu içimde. izleyin izlettirin herkes bilsin sorayayı.
“ölmekten korkmuyorum, taşlanarak ölmekten korkuyorum. acı bir şey olsa gerek."
"komşunuzum, annenizim, kızınızım, senin karınım. ben insanım. bunu bir insana nasıl yaparsınız!"
(sonunun üzerinde biraz daha durulsun isterdim ben. benim görüşüm bu yönde.)
şahsiyet
şahsiyet ülkemiz de iyi orjinal dizi yapılabileceğine dair çok büyük bir umuttur. konu olarak, süre olarak ve çekim tekniği olarak harikulade bir dizi örneği. oyunculuklar muazzam. polisiye dram türünde bir dizi polisiye denince benim için akan sular durur. kolay kolay da polisiye beğenmem ama bu diziye bayıldım. jeneriği beni benden aldı sürekli dinliyorum bağımlısı oldum resmen. diziyi izlemeye hakan günday'ın senaryosunu yazdığını duyduğum da karar verdim. agah, nevra ve deva karakterleri çok iyi yazılmış. deva yı oynayan oyuncuya bayıldım. izlenesi dizi.
utopia
iki sezon toplam on iki bölümden oluşuyor. türü dram, bilimkurgu olarak geçiyor. konusuna gelecek olursak. utopia, the utopia experiments (utopia deneyimleri) adlı çizgi romanın fanları olan becky, ıan, wilson, grant ve bejan bir internet sitesinde bilgi paylaşımında bulunurlar. bejan’ın diğer scriptin elinde olduğunu ve internet üzerinden tanıdığı arkadaşlarıyla tanışıp bunu paylaşmak istemesi üzerine olaylar karışır. bir araya gelen bu arkadaş topluluğunu gizemli olaylar beklemektedir. bir kaç gün içinde hiçbir şeyleri kalmaz üstelik aranan suçlular olarak kaçmak zorunda kalırlar. çizgi romanın detaylarına indikçe bir proje çıkar karşılarına adı janus olan bu proje dünyayı iki görüş etrafında bölmüştür. birinci grup janus projesini kabul eden ve uygulanmasını isteyen kesimdir. ıkinci grup ise bu projenin bir canilik olduğunu, düşüncesinin bile çok kötü olduğunu ön gören kesimdir. ama siz diziyi izleyince anlayacaksınız. yeri geliyor ikinci görüşü yeri geliyor birinci görüşü destekler hale geliyorsunuz. dizide en çok mavi,sarı,yeşil,kırmızı gibi renklerin vurgulandığını gördüm. dizideki şizofrenik havaya da bakarak. van gogh ile ilgili bir alaka kurdum. kullanılan renkler tıpkı van goghun tablolarındaki renkler kadar canlı. van gogh un şizofreniden öldüğünü biliyorsunuzdur. bu renkler bu sebeple van goghun şizofrenik renkleri diye anılır. ya da şu olabilir olayların çizgi roman üzerinden yürüdüğünü hissettirmek için bu kadar canlı kullanılmıştır renkler. aslında dizinin bir çok bölümünde kendime şu soruyu sordum. kötülük nedir? kötü olan kime göre neye göre kötüdür? mesela arby bir katil ama ben ona sempati duyorum şuan. yani birazda şunun gibi nasıl raskolnikov bir katil ama yazar bize öyle bir işliyor ki karakteri sempati duyuyoruz ona, bu da onun gibi birşey. spoiler vermek istemiyorum sizde izleyin ve keyif alın istiyorum. dizi sadece konu olarak güzel değil. renklerin kullanımı, çekim teknikleri, oyunculuklar herşeyiyle şahane bir dizi. çekim tekniğinden konuşacak olursam. mesela öyle bir çekiyorlar ki adama kamyon çarpacak ölecek bu kadar basit. ama arka plandaki renkler olsun, ortamın vurgulanışı olsun, karakterin duruşu falan derken adam ölüyor ve siz adam ne güzel öldü be diyecek seviyeye geliyorsunuz. hele o müzikleri yok mu. hipnotize ediyor insanı resmen. mesela bir aksiyon sahnesinde siz o aksiyon sahnesini izlemeyip arkada çalan müziğe kendinizi kaptırabiliyorsunuz. yani anlayacağınız bu dizi beyin mıncıklar, beyin övdürür, beyin öptürür.
yıldızlararası
daha önce izlemeye çalıştım ama yarısında kapattım. şimdi izledim ve daha önce neden izlemedim diye kendime kızıyorum.
yıldızlararası 2014 yapımı, bilim kurgu türünde bir film. süresi 2saat 49dakika. yönetmeni christopher nolan. kendisini batman filminden tanırsınız. film görsel efektleriyle, müzikleriyle şahane bir yapım. zaten film görsel efekt ve yönetmen ödülü almış. filmin bir çok yerinde benim gözlerim doldu. o zaman filmin konusuna gelelim. dünya yaşanmaz bir yer haline gelmiştir. her an toz bulutlarıyla boğuşan halk perişandır. hiçbir tarımsal ürün yetişmemektedir. sadece mısır yetişebilmektedir. copper iki çocuğu ve kayınbabasıyla yaşayan eskiden nasa için pilotluk yapmış şimdi ise ailesinin geleceğini düşünen bir babadır. bir gün nasadan bir teklif alır. insanlığı ve ailesi kurtarmak için uzayda keşfedilen bir solucan deliğine girip yeni bir gezegen keşfetmeleri gerekir. ama o solucan deliğindeki 1saat dünya üzerinde 7yıla eş değerdir. copper döndüğünde hiçbir şeyi aynı bulamayacaktır. filmi çekerken hiçbir şekilde yeşil ekran kullanmamışlar ve kum fırtınaları herşey set ekibi tarafından yapılmış. hiçbir fizik ve uzay kuralına karşı gelmemişler. bunun için bir fizikçiyle çalışmışlar adam solucan deliğinin çizimine, karadeliklerin tasvirine kadar herşeye yardım etmiş. film ekibide bu minnet duygularını göstermek için filmdeki bir robota onun adını vermiş. ve benim o çok beğendiğim müziklerin hikayesi ise şöyle. müzikleri yapan kişinin filmin konusundan haberi yokmuş. ona sadece bir baba ve kızını düşünerek müzikleri yapması söylenmiş ve ortaya çok güzel müzikler çıkmış. benim film hakkında diyeceklerim bunlar mutlaka izlemeyen varsa izleyin. benim gibi ertelemeyin.
*eskiden gökyüzüne bakar, yıldızlar arasındaki yerimizi merak ederdik. şimdi yere bakıp topraktaki yerimizi için endişeleniyoruz.
*zaman ve mekan gözetmeyen tek şey sevgidir.
uçurtma mevsimi
kitabımız uçurtma mevsimi bir öykü kitabı. okuduğum öyküler birbirinden güzeldi. hepsi ayrı ayrı yaralara dokunuyor. içimde farklı bir duygu ve ruhumda farklı bir tat bıraktı bu hikayeler. her hikayeye ayrı üzüldüm ve hepsinde canım yandı. hikayelerin her biri vicdanımıza atılmış bir tokat gibiydi. canım her yandığında sanki yazar bana sen buna mı üzüldün. birde bunu oku da o zaman göreyim seni der gibiydi. ağladım saatlerce ağladım. yazar bize bildiğimiz ama kendimizi unutmaya zorladığımız, bencilleştiğimiz konuları anlatıyor. diyor ki sen bu olayı bilirsin. burda böyle oldu ne çabuk unuttun. bunu yaparak vicdanımızın kabuğunu kurumadan çekiyor ve kanatıyor. insanoğlunun ne kadar acımasız, aciz bir canavar olduğunu anlatıyor. bize çok yakışan bizi biz yapan duygularımızı yeniden hatırlatıyor bize. oysa ki ne güzeldik o duygularla biz. en azından korkusuzca koşabilirdi çocuklar sokaklarımızda. bir grip bile olamadan canavarlaşmış insanların duygusuz kurşunlarıyla ölmezlerdi belki. korku ve para hırsı hepimizi kuklalaştırdı. böyle yaşayacağıma o ipleri boynuma dolar ve ölmeyi yeğlerim ben. benim kitap hakkındaki düşüncelerim bunlar. birazda kitabın sevdiğim bölümlerinden birşeyler paylaşayım sizinle.
acı hissedilmek istiyordu ve acı hissedilmek istiyorsa direnmenin bir manası yoktu.
anlamazsın, anlatmam da zaten. kimseye de anlatmadım, anlatmasınlar diye. çünkü anlatırlar; anlamazlar.
bir şey vardı eksilen ; oradan , buradan , şuradan ama daima eksilen...
sevgi insanlığın, şiddet hayvanlığın kanunudur, biz insanız.
pk
bu filmi izledikten sonra sendromsuz bir pazartesi geçireceğinizin garantisini verebilirim. ee o zaman filmimize geçelim. konusundan bahsedecek olursam.p.k. bi şehirdeki yabancının düşünceler komedisidir. p.k.(aamir khan) daha önce kimsenin sormadığı sorular sorar. bunlar masum, çocuk gibi sorulardır ama cevapları enteresandır.p.k.'in masum gözlerini gören insanlar kendi monoton hayatlarını gözden geçirirler.p.k.'in sadık arkadaşları ve dostları olur. kırık kalpleri düzeltir öfkeleri dindirir. p.k.'in çocuksu merakı kendisi ve milyonlarca insan için manevi bir yolculuğa dönüşür.film karmaşık felsefelerin iddialı ve benzersiz yönlerini orijinal bi şekilde ortaya koyuyor. ayrıca basit, kahkaha dolu, insani bir aşk masalı da süregidiyor. sonuç olarak ayrı dünyalardan gelen yabancılar arasında dostluk destanı işlenmiş diyebiliriz. kısacası dinleri nasıl yozlaştırdığımızı, özünü öldürdüğümüzü felsefi açıdan anlatan bir film. aamir khan'ın en sevdiğim filmleri arasında. eğer bu filmi severseniz size hint sinemasından daha çok film önerebilirim. evet şimdi mısırınızı, cipsinizi,çayınızı ve kolanızı alın aamir khan'ın bu filmini izlemeye koyulun.
*not; hint filmleri uzundur ona göre başına oturun.
kabuk
kitap bir ailenin yani füsün, annesi sezin ve sezin'in annesi sabiha'nın delilikle sonuçlanan hikayelerini anlatıyor bize. bu kitap herşeyiyle yüreğimin ortasına bir taş bırakıp öylece çekip gitti. sizi duygularımı ifade eden bu alıntıyla başbaşa bırakıyorum.
☆sevemiyorum insanları. huylarına gitmeyi, laklaklarını dinlemeyi, aman da pek içten olmalarını, sır vermelerini, ağız aramalarını, hislerini uluorta döküp saçıp etrafa, sonra üstlerine basınca seni kabahatli bulmalarını, bir latife yapsam anlamayıp bön bön yüzüme bakmalarını, arkamdan ağızlarının suyunu akıta akıta dedikodumu yapmalarını, en hakikatli, en dürüst, en ahlaklı, en iyi kalpli hep kendileri olmalarıni ama bunu da böyle laf arasında sanki söylemiyormuş gibi yaparken utangaç mahcup çekingen söyleyivermelerini, sanki tek tuhaf benmişim gibi öyle olmadıklarını söylediğimde yüzüme hayretle bakmalarını, samimiyet yalanıyla küçümsemelerini, saf salak sanmalarını, ağzımdan arada bir küfür kaçıyor diye edepsiz bellemelerini, sıkıldığımı söyleyince aman aman pek incinmelerini, inceliklerini, arkasından konuşmuyormuş gibi yapıp en yakınlarını gözlerini kırpmadan çekiştirmelerini, aldatmıyormuş gibi yapıp bacak aralamalarını, bilmiyormuş gibi yapıp laf çarpmalarını, kırılmamış gibi yapıp kin gütmelerini, hep ben, hep ben demiyormuş gibi yapıp dünyayı etraflarında döndürmelerini, her boku bildiğini sanıp cahilliklerini, "aslında" , "bana soracak olursan" , "sahi ben" , "geçen gün ne oldu" , "o var ya o" diye başlayan bir türlü bitmek bilmeyen cümlelerini, gülerken gözlerini kaçırmalarını, el sıkarken sıkmamalarını, öperken öpmemelerini, sarılırken sarılmamalarını, tüm insanca sandıkları iğrençliklerini, hepsini, her şeylerini unutmak ve bir gül yapıp kumaştan boyaya batıra batıra duvarları güllerle kaplamak istiyorum.
ben robot
bilimkurgunun babası asimov'un en bilindik kitabıyla karşınızdayım.ben, robot’ta, ısaac asimov en ünlü 9 robot öyküsünü toplamıştır. ben ithakinin bu serisini maymunlar gezegeni kitabıyla keşfettim. bayıldığım bir eser. ikinci kez okumaya değer bulduğum ve okuduğum nadir kitaplardan. bu kitapta öyle dönem, dönem açıp okurum. kitap kesinlikle sıkıcı bir kitap değil aksine çok akıcı ve eğlenceli bir kitap hiç bitmesin istedim.asimovun bu üç ucu açık kanunun üzerine oturttuğu dünyası çok güzel. hikayeleri çok anlamlı. son olarak şüphesiz şunu söyleyebilirim. insanlığın alt üst olduğu bir dünyada. asimov'un robotlarının daha insancıl olduğunu görebilirsiniz. ben sizi alıntılarımla başbaşa bırakayım.
"üç robot kanunu
1. robotlar, insanlara zarar veremez ya da eylemsiz kalarak onlara zarar gelmesine göz yumamaz.
2. robotlar, birinci kanun’la çakışmadığı sürece insanlar tarafından verilen emirlere itaat etmek zorundadır.
3. robotlar, birinci ya da ikinci kanun’la çakışmadığı sürece kendi varlıklarını korumak zorundadır."
"bazen sıradan olanı görmek daha zordur. "
"insanlar burnunun ucundaki şeyi görememekten yakınır. iyi de, karşında bir ayna yoksa burnunun ne kadarını görebilirsin ki?"
"tabutunuz bu sıralar size küçük mü geliyor? morbid m. cadaver'ın b vitaminli esnek tabutlarını deneyin. vücudunuzun doğal kıvrımlarını sarması için bilim insanları tarafından özenle tasarlanan cadaver tabutları sizi rahat ettirir. unutmayın ki uzun bir süre ölü kalacaksınız!"
"sizin için robot, robottur. çarklar, metaller, elektrik ve pozitronlardan oluşur. akıl ve demir! insan üretimi! gerek olunca yine insan yok edimi! ama siz hiç robotlarla çalışmadınız, o yüzden onları tanımıyorsunuz. bizden daha temiz, daha iyi bir tür onlar."
evrenin sonundaki restoran
otostopçu serisinin ikinci kitabı olan evrenin sonundaki restorankitabından bahsedicem. ilk kitapta aksiyonun dibine vuran bizim tayfa altın kalp adındaki uzay gemilerine atlar ve iyi bir yemek yemek için yola çıkarlar. bu yolculukta gemileri ağrıza yapar. neden çünkü arthur gemiden çay istemiştir gemide bütün benliğini çay hazırlamak için seferber ettiği için gemide panik anları yaşanır ve gemi kendini en yakın restoran'a atar. burda bile bulaşmadıkları olay girmedikleri aksiyon kalmaz tayfamızın. aksiyon bitti deyip ayrılan tayfamızdan arthur ve ford kendilerini 2milyon yıl öncesinde 42 nin anlamını ararken bulurlar. yani anlayacağınız aksiyonun dolu dizgin devam ettiği bir seri bizi bekliyor. ben okurken bitmesin diye araya başka kitaplar sıkıştırarak okuyorum. peki siz nasıl okuyorsunuz bu ve diğer seri kitapları? "eğer insanoğlu dudaklarını çalıştırmaya devam etmezse, beyni çalışmaya başlar."
"tarih asla değiştirilemez, anlıyor musun, bütün parçalar tıpkı yapboz parçacıkları gibi birbirini tamamlar."
penny dreadful
gerilim, dram ve korku türündeki penny dreadful; dracula, dorian grey ve dr. frankenstein ve daha pek çok korku ile beslenen edebiyatın ünlü karakterlerini bir araya getirmiştir. dizi 19.yüzyıl viktorya döneminin londra’sında geçen penny dreadful’da pek çok gerilim ve korku sahnesi yer alıyor. dizi 3 sezon 27 bölümden oluşuyor. bölümler ortalama 60 dk sürüyor. dizinin isim hikayesi ise şöyle; 19. yüzyılda ucuz, bir penny'lik britanyalı korku ve fantastik tiyatro oyunlarına verilen isimdir. dizinin ilk sezon konusu kızını arayan bir babanın üzerine kurulmuş şekilde gidiyordu. dizi, kızını esrarengiz yeraltı varlıklarının kaçırdığı bir babanın, aralarında pek çok olayın geçtiği genç bir kadınla birlikte, kızını arama hikayesi olarak başladı. ancak bölümler ilerledikçe hem bu genç kadının, hem onun tanıştığı, dizideki diğer karakterlerin esrarengiz ve korku dolu hikayelerini öğrenmeye başlıyorsunuz. dizideki karakterler ve hikayeleri birbirine çok güzel bağlanıyor. biraz sonra bahsedeceğim belli başlı karakterler haricinde bir kaç yan karakter var ki hikayeleriyle ve oyunculuklarıyla kalbimi çaldı. bu karakterler john clare, jekyl, joan clayton hepside çok başarılı roller sergilediler. keşke biraz daha onların hikayelerini görseydik. john clare'in acılarını bende hissettim. joan clayto'nun o dik duruşu, tükenmişliği. o kadar güzel yansıttılar ki yaşadım hepsini. jekyl o kadar naif o kadar cool ki tam hayal ettiğim jekyl olmuş.vanessa ıves yani eva green. kendisi çok sevdiğim bir kadın oyuncu. rolünüde çatır çütür oynamış hayran kaldım kendisine. frankenstein da çok iyiydi. oyuncu elinden gelenin fazlasını yapmış ve bize mükemmel bir frankenstein sunmuş. dorian grey ruhunu şeytana satıp ölümsüzlüğü ve sonsuz güzelliği seçmiş bir karakter o da çok iyi yedirilmişti diziye. ethan chandler kurt adamımız, tanrını kurdu. adam çok yakışıklı bir kere daha ne olsun. son olarak lily ilk feminist. bazı davranışlarını ve tepkilerini abartı buldum. frankestein'e ihanet etmesine de ayrı gıcık oldum. viktorya londrasına bayılıyorum.keşke o dönemde yaşama şansım olsaydı. ama yok