eskici ve oğulları
okuduğum ilk orhan kemal eseriydi. severek okudum ama bazen küfürler çok uç noktalara gidiyordu ve biraz rahatsız etti.
orhan kemal, eskici ve oğulları'nda makineleşme ile başlayan geçim sıkıntısının anadolu'daki ailelerin üzerindeki etkisini kaleme almış. ayrıca olayın geçtiği 60'lı yılların adana'sının sosyal ve ekonomik durumunu da çok iyi anlatmış.
zanaatkarlık para etmez olur. böylece eskici ve oğullarının altın bilezikleri olan zanaatları ile çevirdikleri ayakkabı tamiri dükkanları artık 9 kişilik aileye yetmez. bu ekonomik sıkıntı topal eskici'yi oldukça bunaltır. zaten huysuz olan topal eskici, daha geçimsiz ve daha küfürbaz olur. kendisi bolluk içinde konakta büyümüştür. daha sonra savaşta bir bacağını kaybeder.tahta bacak takarlar. aslında onu böylesine huysuz ve öfkeli yapan şeyin yaşam standartındaki düşüş ve savaşın etkisi olduğunu düşünüyorum.
büyük oğlunun başının çaresine bakmasını ister. bu yüzden küçük oğluyla arası açılır. küçük oğlan abisinin ailesiyle kütlü toplamaya gideceğini öğrenir ve onlara katılır. babaya minnet edilmeyen seyyar dükkanın hayalleri kurulur ama işler farklı gelişir. kütlü toplamaya babaları, anaları, bacıları da katılır. sonrası perişanlık, sıtma nöbetleri, aile içi fırtınalar ve parçalanma. babaları karısını, kızını ve kızlarının sevdiği ünal'ı alıp şehre geri dönerler. komşulardan çekinirler ama komşuları onları çok iyi karşılar. toparlanmaları için hep bir elden yardım ederler.
daha sonra çocukları da döner. aldıkları avansı bile zor öderler. hepsi hastadır. babaları elindekileri hatta dükkanı bile satar onları iyileştirir ama ellerinde hiçbir şey kalmaz. daha çok kazanmak, komşuları çatlatmak için gitmişlerdir ama ellerindekilerden olmuşlardır.
abumrabum
iskender pala'nın kapı yayınları'ndan çıkan yeni kitabı. 528 sayfa olan kitap şu an ön satışta bulunuyor. pala severlere duyurulur. ben de alıp okumayı planlıyorum açıkçası.
tanıtım yazısından
karısı saray, avram’a çocuk verememişti. saray’ın hacer adında mısırlı bir cariyesi vardı. saray avram’a, (…) “lütfen cariyemle yat, belki bu yolla bir çocuk sahibi olabilirim” dedi. avram saray’ın sözünü dinledi. (…) rabb’ın meleği (hamile kalan hacer’e) (…) “bir oğlun olacak, adını ismail koyacaksın. (…) herkes ona karşı çıkacak, kardeşleri onunla hep çekişme içinde yaşayacak” dedi (tevrat, tekvin, bâb 16).
ibrahim’in biri köle, biri de özgür kadından iki oğlu vardır. (…)
bu kadınlar iki antlaşmayı simgelemektedir. biri sina dağı’ndandır, köle olacak çocuklar doğurur; bu hacer’dir. oysa göksel yeruşelim özgürdür, annemiz odur.(…) işte böyle kardeşler, bizler cariyenin değil, özgür kadının (sara’nın) çocuklarıyız (incil, galatyalılar 4/21-31).
dünyanın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapan ortadoğu… insanlığın beşiği ve hz. ibrahim’in ayak izlerini taşıyan yurtlar… ve müslümanlar üzerinden süregiden savaşlar… bir bakıma hz. ibrahim’in mirası peşindeki evlatlarının amansız mücadelesi…
ortadoğu’da yalnızca fikirler, inanışlar, canlar değil, tarih de bir katliamın pençesinde. artık hakikati görenler, ırak ve suriye’de birinin kanı toprağa akarken uzaklarda kanı bitlenen birilerini, burada bir kurşun namludan fırladığında meçhul ülkelerde kabaran cüzdanları, burada annelerin ağıtları gözyaşlarına karışırken bir yerlere gizlice kaçırılan tarihi mirası fark edebiliyorlar. oynanan oyuna insanlığın geçmişiyle hesaplaşması deniyor ama hakikatte geleceğini belirleme potansiyeline sahip.
elinizdeki kitabı yalnızca roma, kudüs ve istanbul ekseninde bir casusluk romanı olarak değil, aynı zamanda mezopotamya’nın sosyal, siyasi ve sanatsal tarihi gibi de okuyacaksınız. iskender pala’nın her zamanki yetkin kaleminden nefes nefese bir polisiye...
zıkkımın kökü
zıkkımın kökü aslında hem film hem de bir kitaptır. çocukken izlemiştim. filmle alakalı olan muzaffer izgü'nün vefat ettiğini öğrendiğim için bu filmden bahsetmek istedim.
yönetmenliğini memduh ün'ün yaptığı film, 1912'de muzaffer izgü'nün yazdığı zıkkımın kökü isimli kitaptan uyarlanmıştır.
filmde muzaffer izgü'nün kendi kaleminden kendi çocukluğunu, fakirliği ve dönemin adana'sını görüyoruz.
başkahraman muzo( muzaffer izgü ), adana'da annesi, babası ve ağabeyiyle birlikte bir gecekonduda yaşamaktadır. babası işsizdir ve oldukça yoksullardır. muzo, eve katkı sağlayabilmek için küçük yaşına rağmen pek çok işte çalışır. o hem çalışacak hem de okuyup büyük adam olacaktır.
ayrıca çok sevdiği balonların peşine takılarak hayaller kurar. tutkunu olduğu sinema sayesinde küçük film parçalarını birleştirir ve mahalledeki arkadaşlarıyla sinemacılık oynar.
muzaffer izgü'nün vefat ettiğini öğrendiğimde sanırım içimdeki çocuk biraz daha büyüdü ve masalsı dünyasından bir nebze daha uzaklaştı. çünkü muzaffer izgü, benim için çocukluğumdan bir parçaydı.
yönetmen: memduh ün
senaryo: memduh ün, macit koper
yapımcı: kadri yurdatap
müzik: cahit berkay
yapım yılı: 1992
süresi: 90 dk.
eser: muzaffer izgü
yapım: mine film
oyuncular: emre akyıldız ( muzo), menderes samancılar, meriç başaran, elif inci, günay girik, sırrı elitaş, eray demirkol, erdal cindoruk
negatif limanlardan pozitif sulara
ilk kez bir kişisel gelişim kitabını bitirebildim. bu yüzden (bkz:
oğuz saygın)'a teşekkür ediyorum. ne anlatılması gerekiyorsa gereksiz şekilde uzatmadan tekrarlar yapmadan anlatmıştı. okumaya çalıştığım başka kişisel gelişim kitaplarını bu yüzden yarıda bırakmıştım. çok güzel şeyler anlatıyordu ama hala uygulama fırsatım olmadı maalesef.
dönüşüm
kitap bir sabah kendini böceğe dönüşmüş halde bulan gregor samsa' nın hikayesini anlatıyor. daha en baştan konuya giriş yapıyorsunuz.
" gregor samsa bir sabah huzursuz rüyalar gördüğü uykusundan uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş halde buldu."
böceğe dönüşme olayı kitapta somut olarak işlenmiş olsa da aslında soyut olan bir durum somut hale getirilerek olay daha canlı tutulmuştur. böceğe dönüşmekten kastın insanların gözünde değersizleşme olarak işlendiğini düşünüyorum.
gregor samsa, ailesi için sosyal hayatından vazgeçmiş ve onların daha rahat yaşamaları için durmaksızın çalışan birisidir. işini pek sevmez ama ailesinin borçları ve refah düzeyi için kesintisiz, bir gün bile kaytarmadan işe gitmektedir. her şey güllük gülistanlıktır. ancak böceğe dönüştüğü günden itibaren sevdiklerini ihtiyaçlarını karşılayamamaya başladığında ona karşı olan tavırlarının nasıl da değiştiğine şahit oluyorsunuz.
gregor o sabah bırakın sabah işe gitmeyi yatağından bile bin bir güçlükle kalkabilmiştir. ailesi sürekli kapısına vurmaktadır. kapıyı kilitleme alışkanlığından ötürü ailesi içeri giremez. böceğe dönüşmüş olmasına rağmen hala işe gitmek için trene yetişmeye çalışmaktadır. daha sonra müdürü gelir ama pek inanmaz hasta olduğuna.
gregor incecik böcek bacaklarıyla kapıyı zar zor açtığında ailesi ve müdürü şok olurlar. gregor müdürüne durumu anlatmaya çalışır ama müdür sadece tiksinerek bakar ve çeker gider.
ailesi de ona tiksinerek bakmaktadır. onu odasına kapatırlar. baba yıllardır çalışmamaktadır ve evin yükünü gregor çekmektedir. bu yük babasının üstüne bindiğinde ise gregor' a olan tavırları oldukça sertleşmiştir. hatta onu elma fırlatarak kovaladığı sırada gregor' a kalıcı ve acı veren bir yara bırakmıştır. babasının fırlattığı elma sırtına saplanmıştır. babasının bu tutumu onun ruhuna zaten yara açmışken sırtında çürüyen elmadan dolayı vücudunda iltihap oluşması daha da çok canını yakmaktadır. bence burada babasının ona karşı olan tutumunun her geçen gün kalbini daha çok yaraladığını ifade etmiş olabilir.
annesi ise ondan hem korkuyor hem tiksiniyor hem de ana yüreği el vermediğinden olsa gerek evladı için üzülüp perişan olmaktadır. ama sonuç olarak gregor' dan vazgeçebilmektedir.
kız kardeşi başlarda ona çok iyi davranır. diğerlerinin girmeye korktukları odaya girer, yemek getirir, odayı temizler ve gregor' la iletişim kurmaya çalışır ama maddi sorumluluklar onu da sıkmaya başladığında onunda davranışları değişir. hatta onun abisi olmadığını ve ondan kurtulmaları gerektiğini söyler. oysaki gregor kardeşini ne kadar çok sevmektedir. böceğe dönüştüğünde bile hala kız kardeşini en büyük hayali olan konservatuvara gönderme planları yapmaktadır. keman çalarken kız kardeşini çıkmasının yasak olduğu odasının kapı aralığından hayranlıkla izlemektedir.
kıyamet maddi yetersizlikler sonucu eve alınan kiracıların gregor' u görmesiyle kopar. akşam yemeği sırasında kız kardeşi kiracılara keman çalmaktadır. kiracıların kız kardeşini umursamaz tavırlarından hoşlanmayan gregor, kız kardeşinin yanına gitmek ister. ona hak ettiği saygıyı gösteren kendisine keman çalmasını istemektedir. ama kiracılar onu gördüğünde hemen bir tartışma başlatıp evi boşaltacaklarını ve para da vermeyeceklerini söylerler. bu olaydan sonra evde tam bir sinir harbi yaşanır ve kız kardeşi bile ondan kurtulmak ister.
gregor odasında üzüntüden ölür. ölüsünü hizmetçi bulur ve aileye haber verir. onlar da zaten bu anı bekledikleri için üzülmezler bile sanki hiçbir şey olmamış gibi kendilerine yeni bir hayat planı yapmaya başlarlar. hatta pikniğe bile giderler.
benim hikayeden kendimce çıkardığım iki sonuç oldu. birincisi insanların işine yaradığın kadar onların gözünde değerlisin. bu hatta ailen bile olabilir. ikincisi ise işvereninin tavrını değerlendirirsek sistem içinde varolduğun, hizmet ettiğin sürece değerlisin. sisteme faydan olamayacağı anlaşıldığı an sistem senden vazgeçiyor ve gregor' un müdür gibi iğrenen bakışlar atarak tek bir laf bile söylemeden arkasını dönüp gidiyor.
dönüşüm, franz kafka' nın okuduğum ilk kitabı oldu. iyi ki okumuşum dedim. hatta bu zamana kadar kafka' yı nasıl okumamışım diye kendime sitem ettim. değişik kafası olan güzel bir adam. siz de ilk kez kafka okuyacaksanız dönüşüm' ü öneririm. çünkü kafka' dan çok şey bulacaksınız.
arka kapak
ilk kez 1915'te die weissen blaetter adlı aylık dergide yayımlanan dönüşüm, kafka'nın en uzun ve en tanınmış öyküsüdür ve yayımlanmasının üzerinden nerdeyse bir asır geçmesine rağmen hâlâ tüm dünyada en çok okunan kitaplar arasındadır.17 ekim 1912'de felice bauer'e gönderdiği mektupta kafka, amerika romanı üzerine çalıştığını, ilerleyemediğini görünce sıkıldığını ve yataktan kalkamaz hale geldiğini, bu nedenle bir öykü yazarak ara vermek istediğini yazar. dönüşüm işte böyle ortaya çıkar.kumaş pazarlamacısı olan gregor samsa'nın uykusundan kocaman bir böceğe dönüşerek uyanmasıyla başlayan dönüşüm, giderek gerçeklikle kurmacanın sınırlarını zorlayan müthiş bir anlatıma dönüşür.
karun ve anarşist
karun ve anarşist' te yazar farklı zaman dilimlerindeki olayları ve kişileri birbiriyle çok başarılı bir şekilde ilişkilendirmişti. bana göre iskerder pala'nın diğer kitaplarından farklıydı. divan edebiyatı yoktu. kitap antik ve siyasi çalkantıların olduğu dönemlerde geçiyor. kitapta lidya tarihi ve günlük yaşamı hakkında pek çok güzel bilgi bulacaksınız. ben sanırım okuduğum bölümden dolayı bu kısımları çok sevdim. ayrıca kitabın arkasındaki haritadan olayların geçtiği coğrafyayı daha iyi takip edebiliyorsunuz.
ayrıca iskender pala'nın abumrabum isimli yeni bir kitabı çıkıyormuş. pala severlere duyurulur.
korku
bu kitap bana suçumuzu itiraf etmenin, suçu işlemekten daha zor olduğunu, suçu saklayarak cezadan kaçmanın yarattığı stresin nasıl korkunç bir zulüm olduğunu anlattı. kısacası stefan sweig' i severek okuyorum. diğer kitapları gibi bu kitabını da sevdim.
mutlu prens
"ben canlıyken ve yüreğim insan yüreğiyken," diye cevap verdi heykel, "gözyaşlarının ne işe yaradığını bilmezdim, çünkü üzüntünün girmesine izin verilmeyen kaygısızlık sarayı'nda yaşardım. gündüzleri arkadaşlarımla bahçede oyun oynardım, akşamsa büyük salon'da dansın başını çekerdim. bahçenin etrafında çok gösterişli bir duvar vardı, fakat hiçbir zaman o duvarın gerisinde ne olduğunu merak etmedim, çevremdeki her şey o kadar güzeldi ki. saraydakiler mutlu prens derlerdi bana, gerçekten de mutluydum, eğer zevk içinde yaşamak mutluluksa. öyle yaşadım ve öldüm. sonra da ben öldükten sonra heykelimi buraya, böyle yükseğe diktiler; şehrimin bütün çirkinliğini, şehrimdeki bütün yoksulluğu görebileyim diye ve kalbim kurşundan da olsa ağlamamak elimden gelmiyor (s.3)
ancak son bir kere daha uçup prens' in omzuna konacak gücü kalmıştı. "hoşça kal, sevgili prens!" diye mırıldandı, "elini öpmeme izin verir misin?"
"nihayet mısır'a gidecek olmana çok seviniyorum, küçük kırlangıç," dedi prens, "burada uzun kaldın; ama beni dudaklarımdan öpmelisin, çünkü seni seviyorum. "
"gittiğim yer mısır değil," dedi kırlangıç. "ölüm'ün evine gidiyorum. ölüm, uyku'nun kardeşidir, öyle değil mi?"
sonra mutlu prens'i dudaklarından öptü ve ayaklarının dibine düşüp öldü.
o anda heykelin içinden garip bir çatırtı geldi, sanki bir şey kırılmıştı. işin gerçeği şu ki kurşun kalp çat diye ortadan ikiye ayrılmıştı. yaman mı yaman bir don vardı. (s.9)
"ne garip iş!" dedi dökümevindeki ustabaşı. "kırık kurşun kalp bir türlü erimiyor. atalım gitsin." kalbi, ölü kırlangıç'ın da üzerinde yattığı bir çöp yığınının üzerine fırlatıp attılar.
"bana şehirdeki en değerli iki şeyi getir," dedi tanrı, meleklerinden birine; melek de ona kurşun kalbi ve ölü kuşu getirdi.
"doğru olanı seçtin," dedi tanrı, "çünkü cennet bahçemde bu küçük kuş sonsuza kadar şakıyacak, altın şehrimde de mutlu prens beni övecek. " (s.10)
kasım ayı hediye kitap :)
tebrik ederim. arkadaşı ben de takip ediyorum. gerçekten kaliteli ve dolu dolu paylaşımlar yapıyor. yeni kitabın hayırlı olsun :)
karşı köyün delisi
ayla aydemir'in kalemindem çıkan karşı köyün delisi 95 sayfadan oluşuyor ve akıl fikir yayınları'ndan çıkmış. kendisini daha önce hiç tanımamıştım. iş arkadaşımın masasında bulup okumuştum.
kitap on dört kısa ve sıcacık öyküden oluşmaktadır.
yoğurt mayası
babaannemin hikayesi
örümcek ağı
annemin kuması
gök gözlü çocuk
dün ve yarın
oğlum beni affet
karanfil kokardı benim annem
babasız Âşık
annemin ses kaseti
simit
bayram geldi
tahta kaşığın hikayesi
karşı köyün delisiyim
ilk hikayede ailesinin yarısını, evini ve annesinin aklının bir kısmını kaybettiği ayşe ve annesinin hikayesini köye yeni atanan bir öğretmenin ağzından içiniz burkularak okuyacaksınız. babasını ve kardeşini yangında kaybeden ayşe'nin annesinin aklı hep o felaket gününde takılı kalmıştır. şoku hiç atlatamamıştır; o anı tekrar ve tekrar yaşamaktadır.
" anadolumuz tertemiz hocam. temiz kumaş kir tutar. emek vermeliyiz, ter dökmeliyiz, çok istemeli ve çok uğraşmalıyız. kumaş kir tutmadan önce nakış nakış işlemeliyiz. "
ikinci hikayede evlenmek üzere olan bir genç kızın babaannesinin ağzından ve gönlünden aşkı dinleyişini okuyacaksınız.
" sadece üç kez gördüm dedeni. ilkinde vuruldum, ikincisinde gönlümde buldum, sonunda alnımda okudum. "
bir başka hikayede gözleri görmeyen çocuğunu "gök gözlü oğlum" diye seven bir annenin ve oğlu yeter ki görsün diye hastanelerde, parklarda kucağında gök gözlü oğluyla bekleyen babayı okuyacaksınız.
hemşire, " ne güzel gözlerin var senin. masmavi, deniz gibi. " dedi. " mavi değil, gök benim gözlerim. " dedim.
"oğlum beni affet" isimli hikayede ise yıllar önce işlenmiş bir cinayetin ve dağılmış bir ailenin hikayesini ve cinayeti ortaya çıkaran hurdacının sıcacık ailesiyle tanışacaksınız.
" oğlum sanma ki rahat ettim, sanma ki huzurla uyudum. her gece kabuslarla uyandım. teslim olsam belki daha az kahrolacaktım. vicdanımın sesi sağır etti. yaşlandıkça korktum, korktukça içime sindim... olmadı. ne sana gelebildim, ne buradan gidebildim, ne de günahımı kabullenebildim. "
"babasız Âşık" ta ise insanların evlilik hayali kuran yetim bir gence karşı ne denli acımasız olduğuna şahit olacaksınız.
kıyamet koptu o gece. gül ağladı anlattı, anlattı ağladı. sevdiğini söyledi, asla başkasıyla evlenmem dedi ama babası " ben babası belli olmayan bir piçe kız vermem. " diye kükredi.
kitaba adını veren "karşı köyün delisi" nde karşı köyden evlenen bir gencin düğününde eşini kaybetmesi ve aklını yitirmesini; adı üstünde düğünde ağlayıp, cenazede oynamasını içiniz burkularak okuyacaksınız.
"karşı köyün delisiyim ben; düğünde ağlar, cenazede oynarım."
kitabı sevdim. içindeki hikayeler güzeldi. sevmediğim tek yanı kitaptaki yazım hatalarının çok olmasıydı. aslında ben pek takılmam okurken ama gözüme batacak kadar varmış demek ki.ama her şeye rağmen kitap güzeldi. tavsiye ederim.
kitabın arka kapağından
büyüdükçe çok şey öğreniyor insan. saksıdaki çiçeğin sadece evin köşesinde bir süs olmadığını mesela. açılmamış sırları, dillenmemiş dertleri toprağında, yaprağında sakladığını. yapılan her temizliğin gerçekten ihtiyaç olduğu için yapılmadığını, kırılan her bardağın kazayla kırılmadığını... gözlerin her zaman soğandan yaşarmadığını...
şimdi bir elim kaşıkta, bir elim gözümde. sessizce akan gözyaşımı siliyorum, bacaklarıma dolanan kızım görmesin diye. içten içte annemden af mı diliyorum, yanı başındayken yalnızlığına çare olmadığım için? bu garip sahipsiz hüzün, çorbanın buharına karışan keder, kendim için mi, kızım için mi, emin olamıyorum...
ocak başka, tencere başka; ana başka, kız başka...
tahta kaşığın şarkısı aynı...